
Türkiye’de medya okuryazarlığı, sadece ekranda konuşulanı değil, ekrana “kimin” ve “hangi şartlarda” çıkarıldığını okuyabilme sanatıdır. Bugün Sözcü TV, Halk TV, Flash Haber ve Tele1 ekseninde yaşananlar, basit birer “yayıncılık rekabeti” değildir. Bu, 15 yılı aşkın süredir içinde bulunduğum sektörün, siyasal konjonktür, kara para trafiği ve “uzaktan kumanda” ile yeniden dizayn edilme sürecidir.
Türkiye medyasında yaşananları anlamak için resmin sadece İstanbul stüdyolarındaki kısmına bakmak yetmez; asıl fotoğraf Londra sokaklarında, Ankara’daki parti genel merkezlerinde ve TMSF koridorlarında saklı. Karşımızda muhalif medyanın adım adım “tek tipleştirildiği”, parti içi hesaplaşmaların ve kirli sermayenin kurbanı edildiği bir senaryo var.
Tele1 ve “Susturma” Miladı: Korku İkliminin İnşası
Analize en can yakıcı yerden, Tele1 gerçeğinden başlamak zorundayız. Merdan Yanardağ’ın tutuklanması ve kanala kayyum atanması/mali baskı süreçleri, Türk basın tarihinde bir kırılma noktasıdır. Tele1’in başına gelenler, iktidarın “kırmızı çizgilerini” ihlal edenlerin karşılaşacağı “mutlak sonu” gösteren bir ibret vesikası olarak masada duruyor.
Bu hamle, tüm muhalif kanallara verilmiş bir ültimatomdu: “Ya susarsın ya da el koyarız.” Ancak diğer kanallardaki savrulma sadece iktidar baskısıyla açıklanamaz; işin bir de “muhalefetin kendi içindeki” karanlık dehlizleri var.
CHP’nin Mirası, Cafer Mahiroğlu ve Eksen Kayması
Halk TV’deki eksen kaymasını anlamak için filmi biraz geriye sarmamız gerekiyor. Hatırlayalım; Halk TV’nin, Deniz Baykal’ın kızı Aslı Baykal’dan alınıp bugünkü patronu Cafer Mahiroğlu’na satılmasına kim aracılık etti? O dönem Kemal Kılıçdaroğlu’nun “kara kutusu” olarak bilinen Şükran Kütükçü, bu satışın bizzat mimarıydı.
Mahiroğlu, “CHP’nin mirası” sayılan bu kanalı devraldığı günlerde, her platformda ve her sohbette göğsünü gere gere şu cümleyi kuruyordu: “Ben Kemal Bey’in neferiyim.”
Ancak siyasette rüzgar dönünce, “nefer”lerin de kıblesi değişti. Partideki değişim rüzgarı sonrası Mahiroğlu, o sadakat yeminlerini bir kenara bıraktı ve rotayı tamamen Ekrem İmamoğlu ve ekibine kırdı. Nitekim Mahiroğlu’nu, 31 Mart yerel seçimlerinde İmamoğlu ve partili ekibine sahada bile eşlik ederken gördük.
Peki, bu değişim sadece siyasi bir tercih mi?
19 Mart Miladı: “Nedense” Dönmeyen Patron
Halk TV patronu Cafer Mahiroğlu, 19 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’na yönelik o büyük operasyonların hemen ardından İngiltere’ye gitti ve o tarihten beri nedense Türkiye’ye dönmüyor.
Hakkındaki dosyalar ve tutuklanma riski iddiaları gölgesinde Mahiroğlu, kanalı Londra’dan “uzaktan kumanda” ile yönetmek zorunda kalıyor. Patronu “rehin” olan kanalın yayın politikası da doğal olarak Londra’daki patronun güvenliğine göre şekilleniyor.
Halk TV’de ikinci kez çalıştığım dönemde, kişisel WhatsApp yazışmalarımın içeriklerinin bana dolaylı biçimde yansıdığı bazı anlar yaşadım. Bu durum, WhatsApp Web/masaüstü erişimi üzerinden yazışmalarıma erişilmiş olabileceği şüphesini de beraberinde getirdi. Burada mesele “kişisel bir gerilim” anlatmak değil; medya kurumlarında mülkiyet ve yönetim kültürünün çalışan üzerinde kurduğu gözetim/öz-denetim hissinin, yayın çizgisini ve davranış kalıplarını nasıl belirlediğini göstermektir. Böyle bir “erişim ihtimali” bile, haberin değil risk yönetiminin belirleyici olduğu bir iklim üretir.
Murat Ongun ile “Düzenli ve Düzeyli” İlişki
Halk TV koridorlarından bir kulis bilgisi vereyim, bu dönüşümün “duygusal” değil “stratejik” olduğunu gösteriyor. Zira kanal yönetimi ile Ekrem İmamoğlu’nun sağ kolu Murat Ongun arasında “düzenli ve düzeyli” bir ilişki trafiği yürütülüyordu.
Bu, tek başına kanıtlanmış bir “talimat zinciri” anlamına gelmez; fakat Türkiye’de medya-siyaset ilişkisinin işleyişi düşünüldüğünde, editoryal tercihlerin siyasi merkezlerle “koordinasyon” hissi verecek şekilde çalışmasının zemini sıkça oluşur.
Bu hizalanmanın ekrana yansıyan boyutu ise şuradan okunabilir: Bir dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın duran söylemlerin, liderlik değişimiyle birlikte sert biçimde tersine dönmesi; yorum dili, konuk seçimi ve gündem önceliklerinde sistematik bir kayma hissi yaratır. Burada sorun kişilere dönük eleştiriden ziyade, “güç kimdeyse medya ona yaklaşır” kuralının tekrar ve tekrar işlemesidir.
Medyanın Hafızasızlığı: “Güç Kimdeyse” Refleksi
“Güç kimdeyse medya ona biat ediyor” cümlesinin, güncel ve somut bir örneği de Kılıçdaroğlu–Halk TV tartışmasında görüldü. Kılıçdaroğlu, Sabah’a verdiği röportaj sonrası yükselen tepkiler üzerine, kendisine yönelik “yalan haber ve kara propaganda” iddialarını Halk TV ekranında, kanalın öne çıkan ismi İsmail Saymaz’la canlı yayında konuşmak istediğini açıkladı; hatta “Herkes görsün ve anlasın gerçekleri… ama böyle bir cesareti gösterebileceklerini sanmıyorum” diyerek çağrıyı bir “test”e çevirdi.
Siyasi gücün medya üzerindeki etkisi bazen o kadar acımasızdır ki, dün ekranları belirlediği düşünülen aktörler bugün aynı ekranlara erişmekte zorlanabilir. CHP’deki değişim sonrası oluşan atmosferde, Kılıçdaroğlu’nun kamuoyuna yansıyan bazı temaslarının sembolik anlamı tam da burada yatıyor: Dün “erişim dağıtan” olanın, bugün “erişim arayan” pozisyona düşmesi.
Bu tablo, muhalif medyanın en büyük zaafını da gösteriyor: Hafıza kısa, pozisyonlar hızlı değişiyor; ilkeler yerine güç merkezleri belirleyici olabiliyor.
Kara Para Gölgesinde Medya: Flash Haber TV Skandalı
Medyadaki mülkiyet sorununu sadece siyasetle açıklamak yetersiz kalır; bazen devreye çok daha karanlık ilişkiler girer. KRT sessiz sedasız el değiştirirken, Flash Haber TV’nin başına gelenler “karanlık trafiğin” zirvesidir.
Kulislerde; Halk TV patronu Mahiroğlu’nun bu kanalı da almak istediği, ancak kanal sahiplerinin tehdit edilerek son anda vazgeçtiği konuşulmuştu. Hatta ‘koskoca’ Halk TV’nin patronu ‘ paramı geri verin’ tarzında X paylaşımları bile yaptı. Sonuç ne oldu?
Flash Haber TV, yasa dışı bahis soruşturması kapsamında tutuklanan Erkan Kork’un kontrolüne geçti. Çok kısa süre sonra ise TMSF devreye girerek kanala el koydu. Muhalif yayıncılık yapma iddiasıyla yola çıkan bir kanal daha, önce kara para baronlarının, ardından devletin kontrolüne geçti.
Sözcü TV: “Güvenli Liman” ve Yılmaz Özdil Modeli
Bu tabloyu Sözcü TV ile birleştirdiğimizde “Büyük Medya Mühendisliği” netleşiyor. Sözcü Grubu patronu Burak Akbay da yıllardır yurt dışında “sürgünde”. Patronların “yurt dışı mecburiyeti”, onları devlet karşısında kırılgan hale getiriyor. Londra’daki patronların stratejisi şu: “Gemiyi batırmayalım, mal varlığımızı koruyalım.”
İşte tam bu noktada Yılmaz Özdil ismi ve temsil ettiği yayıncılık anlayışı devreye giriyor. Özdil’in gazetecilik modeli, haberi bir “bilgi aktarımı” değil, bir “duygu boşalımı” olarak görmek üzerine kuruludur. Kısa, vurucu, slogana dayalı ve izleyicinin duymak istediğini ona veren bir “Yankı Odası” gazeteciliğidir bu.
Sözcü TV’nin yayıncılık anlayışı, iktidarın “kırmızı çizgilerine” (devletin bekası, askeri operasyonlar vb.) basmadan, sadece “semboller” üzerinden (Atatürkçülük, laiklik hassasiyeti) yapılan güvenli bir muhalefet üzerine kuruludur. Bu modelde derinlemesine yolsuzluk araştırması veya sistemi sarsacak dosyalar yoktur; bunun yerine “Öfkeli ama zararsız” manşetler vardır.
Bu yayıncılık, pratikte muhalif enerjiyi ‘yüksek duygu–düşük risk’ hattında topluyor; etkisi de bir tür ‘güvenli muhalefet konsolidasyonu’ yaratıyor. Amaç, muhalif seçmenin gazını güvenli bir alanda almak, onları sisteme tehdit oluşturmayacak bir kanalda konsolide etmek olsa gerek. Patron Burak Akbay için bu model, hem ticari olarak sürdürülebilir hem de siyasi olarak Tele1’in başına gelenlerden korunmak için en güvenli liman sayılabilir.
Sonuç: “Aparat Medya”ya Doğru
Tele1’e dönük sert baskı hattı, KRT’nin sessiz sedasız el değiştirmesi, Flash’ın önce gri finansın sonra TMSF hattının konusu haline gelmesi ve Sözcü’nün “güvenli liman” stratejisine çekilmesi; muhalif izleyicinin önündeki seçenekleri fiilen daralttı. Sonuçta kamuoyu, “Hepiniz Halk TV’ye sıkıştınız” duygusuna itildi. Ancak tam da burada kritik bir yanılgı var: Halk TV, bu daralmanın doğal bir “sığınma alanı” değil; kırılgan mülkiyet yapısı, risk yönetimi refleksi ve dönemsel hizalanmalarla, bu büyük dizaynın içinde pozisyon alan bir aktör. Yani mesele “Halk TV’ye yığılma” değil; yığılmanın, tek bir merkezde toplanan muhalif enerjiyi daha kolay yönetilebilir kılan bir düzene dönüşmesi.
Siyaset bilimi bize şunu öğretir: Baskı dönemlerinde medya ya bedel öder ya da dönüşür. Türkiye’de muhalif medya; yargı ve idari baskının, mülkiyet-finansman kırılganlığının ve gri finans/kurumsal müdahale hatlarının birleşmesiyle, giderek araçsallaştırılmış bir “aparat medya” düzenine sürükleniyor.
Burada “aparat medya” derken kastım şu: Sahiplik yapısı, sahiplerin hukuki/mali riskleri ve siyasal hizalanma ağları, editoryal kararların görünmez üst otoritesine dönüşür. Yayıncılık; kamunun haber alma hakkından çok, kanalın “hayatta kalma” stratejisine, patronajın güvenlik kaygılarına ve hangi güç merkezinin o an belirleyici olduğuna göre şekillenir. Sonuçta gazetecilik, bilgi üretmekten ziyade, belli dönemlerde belli aktörler adına pozisyon üretme, meşruiyet devşirme ve rakipleri itibarsızlaştırma işlevine itilir.
Bu düzenin en tehlikeli yanı şudur: Sadece iktidar baskısıyla işlemez; muhalefet içi güç mücadeleleri, kırılgan sermaye yapıları ve “aman başımız yanmasın” korkusu da aynı mekanizmayı besler. Böylece ekranda görünen tartışmalar, gerçekte çoğu zaman haberin değil risk yönetiminin, editoryal tercihin değil siyasi lojistiğin sonucuna dönüşür.
Biz gazetecilere düşen, “sadakat” cümleleriyle kurulan ilişkilerin nasıl saf değiştirdiğini, mülkiyetin nasıl el değiştirdiğini ve bu büyük dizaynın medya dilini nasıl yeniden kurduğunu izleyiciye açık, tutarlı ve doğrulanabilir bir çerçevede anlatmaktır. Çünkü bugün mesele, kimin daha yüksek sesle konuştuğu değil; kimin kimin adına konuştuğu ve o konuşmanın hangi görünmez koşullarla üretildiğidir.
Son olarak kişisel bir not: Yazıda adı geçen kanalların birçoğunda (Sözcü Grubu hariç) program koordinatörlüğü ve benzeri pozisyonlarda görev aldım. Bugün yönetimde olan pek çok meslektaşımla aynı masa etrafında çalıştım; hepsine başarı diliyorum. Sözcü Grubu’ndaki değişim ve Tele1 eksenindeki gelişmeler nedeniyle işsiz kalan, mesleki birikimi çok güçlü arkadaşlarımızla ise bir gün bir yerde yeniden karşılaşacağımıza inanıyorum. Bu nedenle bu metin yalnızca bir analiz değil; aynı zamanda sektörün içinden bir tanıklığın ve mesleki dayanışma ihtiyacının kaydıdır.

Genel Yayın Yönetmeni
Kurumsal İletişim | Medya ve Siyaset Danışmanı | TV Program Yapımcısı | Akademisyen
Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora derecesi ve Marmara Üniversitesi İşletme Ekonomisi lisans eğitimi ile kariyerini şekillendirmiştir. 15 yılı aşkın süredir medya, kurumsal iletişim ve siyasal danışmanlık alanlarında aktif rol almaktadır.
Rudaw TV, CNN Türk, Tele1, Halk TV ve Flash Haber gibi önemli medya kuruluşlarında program yapımcılığı ve koordinatörlük görevlerinde bulundu. Aynı zamanda birçok yerel ve ulusal medya platformunda köşe yazarlığı ve içerik yöneticiliği yapmaktadır.
Medya okuryazarlığı, siyasal iletişim, içerik üretimi ve kurumsal medya stratejileri konularında hem sahada hem akademide etkin olarak çalışmakta; aynı zamanda eğitim ve danışmanlıklar vermektedir.





